Wednesday, February 4, 2009

FACE IN HOLE-Delikteki yüz!!


www.faceinhole.com'u biliyormuydunuz?? Çok eğlenceli ve renkli bir site. Sayfada farklı farklı senaryolar var ve siz ne olmak istediğinize karar veriyorsunuz. Bu bir film yıldızı veya karakteri olabilir... (bir sürü katagori bulunmakta)
Bütün resimlerin yüz kısmı boş oluyor ve siz çok kısa bir sürede kendinizin ya da bir arkadaşınızın fotoğrafını oraya yükleyerek yerleştiriyorsunuz. Tabi seçtiğiniz resmin üzerinde büyütme-küçültme ve renk ayarı gibi özellikler de çıkıyor.
Özellikle bir arkadaşınızla dalga geçmek istiyorsanız mükemmel bir site!

Sunday, February 1, 2009

UNUTULMAZ BALAYI


Sene 1950, Ocak ayının 4’u saat 19:30’da Koçman ailesinin biricik oğulları Mert Tarık dünyaya geldi. İsmini bu zamana kadar aileyi çekip kollayan ve herkesin sevgisini kazanan dedesinden aldı. Bütün dilekler büyükbabası gibi çalışkan, dürüst, yardımsever ve cesur bir evlat olması yolundaydı. Mert kumral, annesi gibi yemyeşil gözlü, buğday tenli bir çocuktu. Gelecekte babası Selahattin Bey gibi yakışıklı bir beyefendi olacağı çok açıktı.
Selahattin Bey Ordu doğumlu ve 7 kişilik bir ailenin ortanca çocuğuydu. Fakat küçük yaşta okuması için babası onu Ankara’ya yollayınca kardeşleriyle olan bütün bağları kopmuştu. Babası ona sadece maddi destekte bulunmuştu. Aklında olan tek düşünce doktor olma isteğiydi. O zamanlar da Ankara’da bir tıp fakültesi olmadığı için İstanbul’a taşındı. Zorlu üniversite yılları boyunca Ordu’ya bir kere dahi uğrayamadı. Bu sırada eşi Melahat Hanım ile tanıştı. Melahat hanımın dillere destan bir güzelliği vardı. Ne zaman yolda yürüse kadın- erkek demeden herkes döner ona bakardı. Gözleri zümrüt kadar parlak ve anlamlıydı. Konuşmasa bile insana güven veren bakışlara sahipti. Zaten Selahattin Bey de bir hassa bu yüzden olsa gerek ilk bakışta ona aşık olmuştu.
Melahat Hanım o sıralar dikiş-nakış hocası yetiştiren bir kız okulunda eğitimini tamamlamaktaydı. Aslında paraya ihtiyacı olan bir bayan değildi. Ailesi İstanbul’un ileri gelenlerindendi fakat o meslek sahibi olma kararındaydı. Bu yüzden Selahattin Beyin evlenme teklifini erteleyip duruyor, çift heyecanla okul bitimini bekliyordu. Sekiz ay sonra o gün geldi çattı. Ailelerin ısrarları üzerine istemeseler de kalabalık, ihtişamlı bir düğün ile dünya evine girdiler.
Selahattin Bey eşinin çalışması taraftarı değildi ama Melahat Hanım kafasına koyduğunu yapanlardan olduğundan öğretmenlik hayatına ilk adımı attı ve tayini Adapazarı’na çıktı. Orada 3 yıl çalıştı ve bir çok başarılı öğrenci yetiştirdi. Selahattin Bey’de bu yıllar içersinde İstanbul ile Adapazarı arasında mekik dokudu. Eşine olan sevgisi meslek hayatından önce geldiğini anlayan Melahat Hanım İstanbul’a geri döndü. Nişantaşı’nda yeni yapılan bir apartmana taşındılar. İki ay sonra aileye yeni bir fert geleceği anlaşıldı. Duruma çok sevinen Selahattin Bey hemen bebek odasını yapmaya başladı. Baba olmak tek hayaliydi artık başarılı, genç doktorun.
Mert’in doğumuyla çiftin hayatına renk geldi. Onun için her şeyin mükemmel olmasını istiyorlardı. Bu yüzden onu daha 7 yaşındayken yatılı okula gönderdiler. Sürgün niteliği taşıyan bu hareketin tek nedeni Selahattin Beyin de o şartlarda yetişmiş olmasıydı. Beklide o yüzden Mert yaşamı boyunca babasıyla hep mesafeli olacaktı. Kabataş Erkek Lisesi’ndeki eğitim gerçekten çok zordu. Lise sonunda kusursuz bir yabancı dile sahip olunsa da disiplin ve katı kurallar hayatı zindana çevirebiliyordu. Sabah erken kalkıp yatağı toplamalar, sofra adabı, temizlik başlıca kurallardı ve yapılmazsa cezalar ağır olabiliyordu.
Üniversiteyi Almanya’da okumaya karar veren Mert, Frankfurt’ta tekstil üzerine eğitim almaya başladı. Tekstil o yıllarda yeni yeni oluşan bir sektördü ve gelecekte iyi para getireceğine inanılıyordu. Aslında Melahat Hanımın düşünceleri mühendislik üzerineydi fakat oğlunun seçimine saygı duymaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.
5 yılın ardından okul diploması alınmaya hazırdı. Almanya’daki eğitim sistemi Türkiye ile uyuşmadığından yabancı öğrencilerin bir sene hazırlık okumaları mecburiydi. Kısacası lise son dersleri tekrar okutuluyordu. Kep töreni için Selahattin Bey ile Melahat Hanım Frankfurt’un yolunu tuttular. Oğullarının adı diplomasını alması için söylenince ikisi de duygularına hakim olamadı. Gerçekten gurur duydukları bir an yaşanmaktaydı.
Mert artık Türkiye’ye dönmek için can atıyordu. Arkadaş ve yurt özlemi bambaşkaydı. Bir gün Melahat Hanım çarşıda gezerken okuldan arkadaşı Leyla ile karşılaştı. Leyla Hanım da bir dönem Bursa’da öğretmenlik yapmış sonradan kızı Ahu’nun doğumuyla İstanbul’a geri dönmüştü. Eşi Kamil Bey ticaret ile uğraşmaktaydı. Uzun yıllar sonra karşılaşan iki arkadaş, ertesi güne Leyla Hanımların Kireçburnu’ndaki evinde buluşmak üzere sözleştiler. Ertesi gün Melahat Hanım kahverengi şık elbisesi, kürk boyunluğu ve timsah derisi ayakkabıları ile Kireçburnu’na gitti. Kapıyı Leyla Hanımın kızı Ahu açtı. Ahu; esmer, zayıf, 1.67 boylarında ela gözlü, hoş bir genç kızdı. Eğitimine Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi’nde devam ediyordu. Melahat Hanım ilk gördüğü andan beri Ahu’yu beğenmiş ve Mert’e yakıştırmıştı. Ayrıca ailesini de tanımaktaydı. Bundan güzeli olmazdı.
Eve döndüğünde durumu Mert’e izah etti. Mert annesine şiddetle karşı çıktı çünkü arabuluculuk ona göre değildi. Zaten bu tarz durumlara gerek de yoktu. Oldukça yakışıklı, hatta biraz da çapkın bir genç delikanlıydı kendisi. Fakat Melahat Hanımın çenesinden kurtulamayacağını anlayınca tanışmalarına onay vermekten başka bir seçeneği kalmadı.
Birkaç hafta sonra Melahat Hanım tekrar Leyla Hanımlara gitti. Tabi bu sefer kendisini Mert’e bıraktırdı. Ne de olsa amaç gençlerin tanışmasıydı. Denk gelircesine Ahu’ya Mert’i takdim etti. Sonuç gerçekten de Mert’in karamsar düşünceleri gibi olmamıştı, Ahu dikkat çekici şekilde hoş bir bayandı.
Mert konuşmayı bilen, insanlara kendisini sevdirmekte zorlanmayan bir insandı. Her zaman da kızlar konusunda oldukça seçici davranmıştı fakat bu sefer Ahu’yu bir türlü aklından çıkaramıyordu. Günlerdir onla buluşmak için içi içini yiyor, annesinin Leyla Hanım ile tekrar program yapmasını iple çekiyordu. Bir Pazar Mertler ailecek kahvaltı ederken, telefon çaldı. Arayan Leyla Hanımın kendisiydi. Üç gün sonra doğum günü olduğunu ve bu sebep ile öğlen vakti bir restoranda okuldan arkadaşları ile toplanacaklarını dile getirdi. Melahat Hanım duruma çok sevindi çünkü çoğunu yıllardır görmemişti.
Çarşamba günü Mert alışılmadık bir şekilde sabah erkenden kalktı ve hazırlanmaya başladı. Fakat bir türlü ne giyeceğine karar veremiyordu. Annesi Melahat Hanım şaşkınlık içersindeydi. Oğlu, odasını darmaduman etmişti. Bir saatlik mücadelenin sonunda İspanyol paça kot, beyaz uzun kollu gömlek ve kahveli yeşilli baklava desenli hırka giymeye karar verdi. Hırka ve güneşten dolayı yanık teni yeşil gözlerini ortaya çıkarmıştı. Gerçekten de bu kadar yakışıklı bir delikanlıyı reddetmek imkansızdı artık. Saat 11:00’e yaklaşıyordu. Melahat Hanım geç kalacağım endişesiyle hızlı bir şekilde makyajını tamamladı ve çantasını alarak kapıya yöneldi. Mert hemen annesine seslenerek onu bırakacağını dile getirdi. İkili gri Opel Station marka arabaya binip, Yeşilköy’deki restoranın yolunu tuttular. Melahat Hanım yolun uzunluğunu düşünerek evham yapmaya başladı. Mert durumdan rahatsız olarak gaz pedalından bir saniye bile ayağını çekmemeye özen gösterdi. Zavallı kadıncağız bütün yolu kalbi ağzında gitmek zorunluluğunda kaldı. Vardıklarında 15 dakika zamanları bile vardı. Arabayı valeye teslim ederek içeri girdiler. Leyla Hanımlar yerlerini almışlardı bile. Mert hemen herkesle merhabalaştı ve doğum gününü kutladı. Sıra Ahu ile selamlaşmaya gelmişti. Ahu üzerindeki ekoseli mini eteği ve çizmeleri ile Mert’in gözlerini kamaştırmıştı. Yemekler yenip, muhabbet iyicene koyulaşmaya başlayınca Mert durumu fırsat bilip, Ahu’ya bir gece dansa gitmeyi teklif etti. Ahu gerçektende Mert’e karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştı. Komik ve eğlenceli kişiliği Ahu’nun cevabını olumlu kıldı.
Kamil Bey kızının bir erkekle gece çıkması fikrinden pek hoşnut değildi çünkü kızını birisiyle paylaşma düşüncesi onu geriyordu. Bazen evladına karşı fazla kıskanç ve korumacı davrandığı çevresi tarafından bilinirdi. Leyla Hanım Mert’in ailesini tanıdığını ve düzgün bir çocuk olduğunu dile getirerek eşini sakinleştirmeye çalıştı. Aslında sert tavırları ile dikkat çeken Kamil Bey önce kızının isteklerini beğenmiyor ise duruma karşı çıkar sonradan hep yumuşar ve onay verirdi. Nitekim sonuçta Ahu’nun çıkarına oldu.
Cumartesi akşamı Mert Ahu’yu almak için Kireçburnu’na gitti. Kamil Bey ile konuşup kızını en geç gece 1:30’da bırakması gerektiğine anlaşıp gece kulübüne doğru yol aldılar. İçeride bol bol dans edip eğlendiler ve bundan sonraki altı ay boyunca devamlı görüştüler. İkisi de konuşkan, akıllı, mantıklı yeri geldiğinde çılgın insanlardı. Günü birlik gezilerden hoşlanır, kalabalık arkadaş grupları ile takılırlardı. Dalmak ve balık tutmak en büyük hobileriydi. İki ailenin de denize olan bir tutkusu vardı. Teknede oldukları bir akşam dolunayın güzelliği denize yansırken Mert cebinden bir mücevher kutusu çıkardı ve Ahu’nun gözlerinin içine bakarak ona evlenme teklif etti. Ahu bu anı gerçekten beklemiyordu. Şaşkınlığını ve heyecanını kızaran suratından saklayamadı. Mutluluktan çığlık atmak istiyor, durumu arkadaşları ve ailesiyle paylaşmak için can atıyordu. Mert her şeyi planlamış, usulüne uygun olsun diye anne ve babasına da haber vermişti.
Üç gün sonra Koçman ailesi Ahu’yu istemek için Kamil Beylere gittiler. Tabi gitmeden önce büyük bir gümüş kaba çikolata ve çiçek yaptırmayı eksik etmediler. Özellikle Ahu’nun sevdiği beyaz lilyumları kullandılar. Leyla Hanım misafirlerin geleceğinden haberdar, bir çok hazırlık yapmıştı. Herkes çok şık ve samimiydi. Konuklar sevecenlikle karşılandı ve gece gençlerin paniğine rağmen oldukça rahat ve olumlu geçti. Sonuçta iki ailede çocukları birbirlerini seviyor ise duruma karşı çıkacak değildi. Hemen nişan için konuşulmaya başlandı. Bu kısmı kız tarafı üstlendiğinden Kamil Bey de heyecanına yenik düştü ve nişanın Tarabya Oteli’nde yapılmasına karar verdi.
Özel günün gelmesine çok az kalmıştı. İki hafta boyunca mağaza mağaza dolaşılıp en uygun tuvalet arandı. En sonunda Vakko’da sadece iki tane üretilmiş olan bej rengi, ipek, eflatun çiçek desenli bir elbise bulundu. Ahu görür görmez kıyafetinin o olması gerektiğini anladı. Üzerine giydiğinde incecik hatlarını ortaya çıkarıyor, zarafeti ile gözleri kamaştırıyordu. Nişan pastası Divan’dan özel olarak sipariş edilmiş, altı kattan oluşmaktaydı. Sade ama şık bir görünümü vardı. Özellikle süslemesine özen gösterilmişti. Akrabaların ve eş-dostun katılımı ile oldukça güzel, kalabalık bir nişan gerçekleşti. Öyle ki gelen çelenkler kapılardan taştı. Ailelerin sevenleri oldukça fazlaydı.
Nişandan üç hafta sonra Mert askere gitti. Ahu’nun morali çok bozuktu çünkü gelecekteki eşi tam 18 ay yanında olamayacaktı ve bu onlar için çok uzun bir süreçti. Nede olsa her şey bu zamana kadar oldukça hızlı gelişmişti. Neyse ki Mert’in askerliğini Bursa’da yapacağı öğrenildi. Bu durum birazda olsa Ahu’yu rahatlattı. İstanbul ile Bursa arası pekte uzak sayılmazdı. Bir buçuk sene boyunca devamlı Ahu Mert’i ziyarete gitti. Neredeyse hiçbir izin gününü kaçırmadı ve kendisini işine vererek zaman geçirmeye çalıştı. Büyük bir firmanın yanında çocuklar için kıyafet tasarlamaya başladı. O zamanlar çocuk konfeksiyonu yapılmadığı için baya ağır bir tempoda çalışıyordu. Nisan ayının ortalarına doğru askerliği biten Mert İstanbul’a geri döndü. Artık evlenmeleri için hiçbir mani kalmamıştı.
Mayıs ayının ikinci haftasına gün aldı çift. Melahat Hanım Ahu’nun gelinliğini İtalya’dan getirttirdi. Aslında pekte kendisinin tarzı olmasa da kayınvalidesinin jestine karşı çıkmadı Ahu. Gelinliğin rengi kırık beyaz seçilmiş, sade, yarım boğazlı, uzun kuyruğu ve papatya desenli duvağı ile kıyafete hareket kazandırılmıştı. Mert’in siyah smokini, beyaz gömleği ve gri büyük papyonu ona seçkin bir görünüm sağlamıştı. Melahat Hanım gözleri ile uyumlu yeşil, ipek bir tuvalet seçmiş, birbirlerinden güzel ve değerli takılarıyla davetlilerin beğenisini toplamıştı. Leyla Hanım da Melahat Hanımdan eksik değildi doğrusu. Mavi, ipek belden lame, taş işlemeli bir tuvalet giymiş, ayakkabıları için ise yine lame rengini uygun görmüştü. Beylerde eşleri kadar şıktı. Düğün Nişantaşı Oteli’nde yapıldı. Nişan gibi en ufak detaylara özen gösterilmişti.
Üç gün sonra balayına çıkacaktı çift. Plan araba ile Bulgaristan’da Sofya’ya oradan Yugoslavya Niş, Adriyatik kıyısından geçilip Kosova üzerinden Dubrovnik, Venedik, Bolonya, Milano, İsviçre, Basel, Almanya’dan da Türkiye’ye gitmekti. Bunun için iki hafta öncesinden yol planı çıkarmıştı arkadaşları ile yeni evlenen çift. Nişanlıyken en yakın dostları Cansu ve Tunç ikilisiydi. Onlarda sekiz ay önce evlenmişlerdi. Mert ve Ahu’yla zamanlarının çoğu beraber geçiyor olsa da Tunç’un pinpirikliliği ve takıntıları bazen onlara sıkıntılı anlar yaşatabiliyordu. Tunç’ta aslında eşi Cansu gibi iyi niyetli bir insandı fakat düzene önem verir ve plansız hiçbir iş yapmazdı. 18 Mayıs’ta Mert’in arabasıyla yola çıktı dört arkadaş. Yanlarına çok fazla eşya almamaya özen gösterdiler. Amaç 15 günde tatili tamamlamaktı. Gençler Niş’te büyük bir otelde kaldılar. Orası hırsızlık vakalarıyla ün salmıştı. Bir gün şehirde gezelerken kalabalık bir grubun içine girdiler. Cansu siyah, deri yandan askılı bir çanta takmış içine de yüklü miktarda döviz koymuştu. Karınları çok acıkınca küçük, sempatik taştan bir restoran dikkatlerini çekti, Arnavut kaldırımlı dar sokakta. Oraya doğru tam yöneliyorlardı ki Cansu’nun içini garip bir duygu sardı. Sanki biri, çantasını karıştırıyormuşçasına bir ağırlık hisseti omzunda. Etrafına dikkatlice bakındı ama kimseyi göremedi. Kalabalıktan olsa gerek diye düşündü ve yoluna devam etti. Birkaç dakika sonra tekrar aynı şey yaşandı. Bu sefer gerçektende Çingene bir kadının elini yakaladı çantasının içinde. Panikle Türkçe bağırmaya başladı hırsıza, Mertler de dönüp olanları anlamaya çalışıyorlardı. Hırsızda Sırpça bağırıyor, Cansu kadının gitmesine bir türlü izin vermiyordu. Tunç hemen yolda gördüğü ilk polisi çağırdı fakat İngilizce bilemeyen polis olayı bir türlü anlayamadı, tek gördüğü bağrışmaydı. Bu nedenle Mert, Ahu, Cansu, Tunç ve kadını alıp karakola götürdü. Orada sonunda İngilizce bilen biri vardı. Tunç olanları tekrar diğer polise anlattı ve aslında kadının tek başına çalışmadığı, bir çete mensubu olduğu anlaşıldı. Ucuz kurtulduklarını düşünen arkadaş grubu otele geri döndü. Ertesi gün Dubrovnik’e geçmek için yola çıkacaklardı.
Sabah erkenden kalktılar ve kahvaltı yapmak için otelin karşısındaki omletleriyle ünlü restorana gittiler. Dün de pek bir şey yemedikleri için abartıp ortaya ne buldularsa söylediler. Bir buçuk saatlik kahvaltı sonrasında kimsenin kıpırdayacak gücü kalmamıştı. Hesabı ödeyip biraz yürümeye karar verdiler. Mert, içinde herkesin parası ve pasaportunun olduğu çantayı tutması için Ahu’ya verdi. O sırada Mert’te yanlarına yol için abur-cubur almaya gitti. Cansu ve Tunç son kez şehri gözden geçirdi. Saat kulesinin önünde buluşup otelden çıkış yapmaya gittiler. Bavullarını arabaya yerleştirip yola çıktılar. 10 dakika sonra Mert haritayı almak için Ahu’dan vermiş olduğu çantayı istedi. Fakat Ahu bir türlü çantayı bulamıyordu. Herkes paniğe kapıldı. Ahu çantayı Mert’e geri verdiğini iddia edip duruyordu. Mert iyice gerilmeye başladı çünkü restorandan çıktıklarından beri çanta Ahu’da idi en azından öyle olduğunu sanıyorlardı. Hemen ilk u dönüşünden otele geri döndüler. Zaten daha geçen gün başlarına talihsiz bir olay gelmek üzereydi ama bu sefer durum çok daha ciddiydi. Nede olsa pasaport ve tüm paraları onun içindeydi. Mert otelin önüne geldiğinde Tunç arabanın park edilmesini beklemeden araçtan indi ve lobiye ilerledi. Gerçekten de çanta lobide oturdukları koltuğun yanında, yerde duruyordu. Hemen içini açtılar. Hiç bir şeyin çalınmamış olduğunu görünce kendilerinin oldukça şanslı olduklarını fark ettiler.
Dubrovnik Adriyatik denizinin yanında orta çağdan kalma tarihi eserleri ile ünlü bir şehirdi. Etrafa bakıldığında masmavi deniz, martıların sesi ve tertemiz hava insanın içini açıyordu. Cansu sanat tarihiyle oldukça içli dışlı olduğundan özellikle bu kenti seçmişti. Orada iki gün kalıp Venedik’e gittiler. Her turist gibi gondola binip, Bolonya’ya geçtiler.
Bolonya İtalya’nın kuzeyinde yer alan Orta Çağ mimarisiyle dolu bir şehirdi. Kızıl şehir olarak ta bilinirdi. Bunun sebebi etrafı kırmızı tuğlalı binalar ile sarılmış olmasıydı. Dünyanın en güzel bolonez makarnası burada yapılırdı. Yolculuk sırasında yorgunluk ve uykusuzluk sonucu Tunç’un migreni tuttu. Başı öldüresiye ağrıyan genç adam ağrı kesici için çantasını didik didik aramaya başladı fakat arabanın bagajı öylesine karışıktı ki değil ilaç, ceket bile bulunamıyordu. Mert ‘şimdi eczane bulur, hallederiz’ deyip arkadaşını sakinleştirmeye çalıştı. Sonunda sokağın köşesinde bir tane eczane göze çarptı. Arabayı kenara çekip Cansu’nun ilacı almasını beklediler. O sırada araba birden şiddetle sarsıldı. Mert hemen arabadan inip ne olduğunu anlamaya çalıştı. Bir de ne görsün hızını alamayan bir taksi, gençlerin olduğu arabaya çarpmıştı. İşin komik yani taksinin ön tarafının tamamı ile parçalanmış fakat Opel marka aracın tamponunda, sadece ufak bir ezik olmasıydı. Taksiciyle anlaşıp, Basel şehrine gitmek için yollarına devam ettiler.
Bolonya-Basel arası 5 saatlik bir yoldu. Amaç çok geçe kalmadan oraya varmaktı çünkü Mert’in sipariş ettiği ve Türkiye’de bulunmayan bazı parçalar alınacaktı. Dört saatlik yolculuğun sonunda bir sapakta kararsız kaldı gençler. Etrafta da hiçbir tabelanın olmaması tereddütleri arttırdı. Sağdan mı? Soldan mı? Derken bir ok gözlerine ilişti. Sol taraftan devam ettiler. On beş dakika sonra patika bir yola çıktılar. Etraf yemyeşil ağaçlar ile çevrili, yolun sağ tarafında ördeklerle dolu bir göl vardı. Biraz daha ilerledikten sonra ‘Pat!’ diye bir gürültü duyuldu ve araba sağa doğru çekmeye başladı. Mert hemen arabadan indi ve koktuğu şeyin başına gelmemiş olmasını diledi. Ahu ve Cansu’da arabanın içinden Mert’i izliyordu. Mert bir anda ‘Olamaz!’ diyerek ellerini başının üstüne koydu. Tunç, Mert’in davranışlarından olayın ciddiyetini anlamıştı. Bir çırpıyla araçtan indi ve ne görsün! Lastik patlamıştı. Trajikomik olan kısım ise kaybolmuş ve bavulları sığdırmak için yedek lastiği bagajdan çıkartış olmalarıydı. Yola böle devam edemeyecekleri için aracı yolun sağına çekip yürümeye başladılar. Bir saat yürüdükten sonra artık sıcaktan bunalmış ve çok susamış durumdaydılar fakat etrafta yeşillikten başka hiçbir şey gözükmüyordu. Kızlar artık bitkin düşmüşlerdi. Bir ağacın altına oturup isyan ettiler. Mert ile Tunç onların dinlenmesini ve biraz daha yürüyüp yardımla geri dönmeye çalışacaklarını söyledi. Ahu ile Cansu hiç tereddüt etmeden başlarını salladı..
Mert’le Tunç yarım saat sonra etrafı ahşap çitlerle çevrili bir ev gördü. Ev; dağın altına inşa edilmiş, tavanı yüksek, çatısı geniş, iki katlı ve dikdörtgen içi kare bölmeli camları, bahçeye bakan bir ahşap binaydı. Bahçesi kocaman, bölme bölme daireler şeklinde kısa ağaçlar ile çevrilmiş, ortalarına da kırmızı çiçekler ekilmişti. Tunç hemen yardım için evin kapısını çaldı. Susuzluktan dili damağı kurumuş, konuşmaya mecali kalmamıştı. Beyaz saçlı, yaşlı bir bey kapıyı araladı. Pek fazla misafire alışık olmayan adamcağız karşısındaki iki delikanlıyı görünce şaşırdı. Mert başlarına gelenleri anlattı. Yaşlı adam şehir merkezinin araba ile yirmi dakika uzaklıkta olduğunu ve onları oraya götürebileceğini söyledi. İçeri gidip arabanın anahtarını aldı ve yola koyuldular. Yardımsever adamın gözleri pek de iyi görmediğinden temkinli ve oldukça yavaş gidiyordu. Kırk dakika sonra merkeze varıldı. Gençler Basel’e gidecekler diye yanlışlıkla Solothurn’a varmışlardı. Binaların ihtişamı ve köprüleriyle tam bir görsellik abidesiydi burası. Mert yemek ve içecek almak için markete giderken, Tunç’ta çekicinin yolunu tuttu. Bütün işlerini hallettikten sonra aceleyle eşlerinin yanına gitmeye çalıştılar. Vardıklarında Cansu ile Ahu ağacın altında uyuyakalmıştı. Nazikçe onları uyandırıp, aldıklarını kızlara verdiler. Araba çekilip şehir merkezine götürüldü. Yarım saatlik bir onarım sonrası eskisinden de iyi duruma geldi. Güneş batmak üzereydi ve kimsenin yola devam etmeye hali kalmamıştı. Çok ta pahalı olmayan bir otel bulundu ve geceyi orada geçirdiler.
Ertesi gün Basel için yol tarifinden emin olunup tura devam edildi. Kırk beş dakika sonra şehre gelindi. Mert siparişini almak için mağazaya giderken, diğerleri de bir kafede oturup espressolarını yudumladı. Ardından işlerini halletmiş bir şekilde Mert geldi. Hep beraber güzelce öğle yemeği yedikten sonra Frankfurt’a gitmek için yola çıktılar. Üç saat sonra rezervasyon yaptırmış oldukları otele vardılar. Burası artık dolaşacakları son şehirdi. İki gün kalınacak daha sonra 22 saat sürecek olan İstanbul yolculuklarına başlayacaklardı. Frankfurt Mert için çok özeldi çünkü üniversiteyi burada okumuştu. Ahu’ya o zamanlar yakın olduğu bazı arkadaşlarını tanıştırmak için can atıyordu. Örneğin Teo bu kişilerden biriydi. Gerçek adı Teoman’dı fakat kısa olsun diye herkes ona Teo derdi. Annesi Alman, babası Türk’tü. Bu yüzden Türkçe biliyor ama Almanya’da yaşıyordu. Mert’in üniversiteden oda arkadaşıydı. O kadar yakın dostlardı ki yedikleri yemek ayrı gitmezdi. Ertesi gün akşam yemeği için Frankfurt’un en meşhur restoranlarından birine rezervasyon yapıldı. Mert arkadaşını görmek için sabırsızlanıyordu. Sırf bu yüzden restorana erkenden gitti. Saat sekiz buçuk gibi içeri 1.90 boylarında, zayıf, esmer bir genç adam girdi. Mert’in sevinci gözlerinden okunuyor, Ahu’da Teo’nun o olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Masalarına doğru yaklaştığını görünce kimliği kesinlik kazandı. Mert hemen Teo’yu eşi ve arkadaşlarıyla tanıştırdı. O gece yemek, sohbet derken uzadıkça uzadı. Ekip sabaha karşı yola çıkacaktı. Birkaç saat uyumak için otele gidildi. Araba dönüşümlü olarak kullanılacak iki kişi uyurken, iki kişi ayakta kalacaktı.

Saat altı sularında yola çıkıldı. Arabayı ilk Tunç kullandı. Dört saatte bir sürücü değiştirilip mola verildi. Tabi molalar eşliğinde 22 saat olarak hesaplanan yol bir günü aştı. Uzun ve zor bir tatil olsa da İstanbul’a varıldığında herkesin suratında hayatları boyunca unutamayacakları bu Avrupa turunun hoş bir tebessümü vardı. Çiftler aynı yolculuğa 30 sene sonra tekrar çıkmayı kararlaştırıp, evlerine dağıldılar.

Lois Lois ma ma mom mom

Monday, January 19, 2009

Anastasya Luppova'yı tanıyor musunuz?


Masadaki en seksi oyuncu
'Dekolte ve topuklu ayakkabılarla çok daha iyi bilardo oynuyorum'
Rus bilardocu Anastasya Luppova, beş yıldır Bayanlar Bilardo Şampiyonu...


Son 5 yıldır Bayanlar Bilardo Şampiyonu olan Rus güzel Anastasya Luppova, bu yıl Sochi'de düzenlenen dünya bayanlar bilardo şampiyonasının da birincisi oldu.

Başarısının arkasındaki sırın oyuna konsantre olmak ve deneyimden geçtiğini ifade eden Luppova, İzvestia gazetesine verdiği özel mülakatta, "Göğüs dekoltesi, uzun yırtmaçlı etek ve topuklu ayakkabılarla çok daha iyi bilardı oynuyorum. Kadınlığımı hissediyorum" diye konuştu.

Michael Jackson aslında neden beyazladı?


Michael Jackson 1993 yılında Oprah Winfrey ile yaptığı söyleşide renginin neden değiştiğini ilk defa olarak açıklamıştı. Bütün spekülasyonlara rağmen ve söylenenin tam aksine Michael rengini açtırmadı. Onun "vitiligo" adında bir deri hastalığı var ve dünya çapındaki dermataloglar tarafından bu hastalık "Michael Jackson hastalığı" olarak da adlandırılıyor. Hastalık deriye renk veren pigmentlerin işlevlerini kaybetmesi sonucu ortaya cıkıyor. Hastalığın bilinen bir sebebi yok.

VİTİLİGO
Vitiligo deride renk kaybına uğramış beyaz plaklarla seyreden kronik, genelde ilerleyici kozmetik problem oluşturan bir deri hastalığıdır.


Vitiligo deride renk kaybına uğramış beyaz plaklarla seyreden kronik, genelde ilerleyici kozmetik problem oluşturan bir deri hastalığıdır.Vitiligo alanlarında deri beyaz görünürken çevresindeki bölgeler normal renktedir ve bu bölgelerde cilde rengini veren melanositlerdeki hasar nedeniyle tüyler ve kıllardada beyazlık görülür.Renk kaybı olan bölgeler çeşitli büyüklüklerde ve değişik sınır yapıları içerebilirler.Kimi zaman bir nokta kadar küçükken,kimi zaman el ayası kadar büyük ve hatta tüm deriyi etkilemiş olabilir.
En sık etkilenen bölgeler ise yüz, dudak, boyun, göğüs, penis, diz, dirsek ve el sırtlarıdır. Beyaz bölgeler ultraviyole ışınına karşı hassas olurlar.Güneş yanıklarından, darbelerden sonra yeni vitiligo bölgeleri gelişebilir.Vitiligo birçok hastalıklarla (diabet, anemi, kanser, tiroit bezi hastalıkları.......) beraber görülebilir.
Görülme sıklığı toplumda %1-2 arasındadır.Vücudda görülen her beyaz leke vitiligo anlamına gelmez ayrımın yapılması uzman doktor muayenesini ve wood lambası diye adlandırılan özel bir ışık muayenesini gerektirir.
Kuruluğa bağlı lekeler, mantar lekeleri, egzema bölgeleri vitiligo ile karışabilir. Bu hastalık, otoimmun kökenli olup vücuddaki renk yapan hücrelere karşı vücudun yıkıcı hücrelerinin aktive olmasıyla başlar.
Ailede bulunması, kişide görülme ihtimalini artırabilir ve özellikle vücudun bağışıklık sisteminin zayıfladığı stres, ameliyat, hastalık dönemlerinde vitiligonun başlaması ve artması daha olasıdır. Vitiligo bazen çıktığı bölgelerde sınırlı kalırken bazen ise yayılmaya ve hatta yeni bölgelerde gelişmeye yönelir.

Tedavi:

Bu kronik hastalık mutlak olarak doktor tarafından takip gerektirir. Öncelikle hastanın yanlışları yapmayarak hastalığın artışına katkıda bulunmaması amaçlanır. Güneşe çıkış saatleri hastaların kontrol altına alınır.15 faktör üstü bir koruyucu hastaya önerilir.Güneşte aşırı kalmanın doğuracağı sonuçlar hakkında kişiler bilgilendirilir.
Lokal olarak uygun birtakım kremler kısıtlı bölgede vitiligosu olan hastalarda başlanabilir ve %40-50 etki sağlanabilir. Deriye uygulanan punch greftle ise bir bölgeden alınan sağlıklı derinin beyaz plaklara ekimi prensibine dayanıp, her zaman başarılı sonuçlar vermemektedir.
Vitiligonun en etkili tedavisi dünyada ve ülkemizde Alman Hastanesi ve birkaç hastanede uygulayabildiğimiz PUVA IŞINI tedavisidir.UVA (320-400nm) dalga boyundaki ışınlar kısa tedavi aralıklarıyla özel kabinlerde cilde verilir.Haftada 2-3 seanslık düzenli uygulamalarla oldukça başarılı sonuçlar elde edilmektedir.Bu tedavi sırasında cilt üzerinde önce kırmızılık daha sonra kahverengi lekelenmeler ile başlayan rengin geri dönüşü görülmektedir.%70 hastada olumlu sonuca yani rengin geriye dönüp beyazlıkların kaybolduğu görülmektedir. Özellikle yüz ve boyun gibi estetik bölgelerdeki olumlu yanıtlar daha hızlı ve umut vericidir.